İndirgeme kavramının farklı alanların azizliğine uğradığını söylemek mümkün. Örneğin modern ve çağdaş sanatta, Kandel’in [1] belirttiği gibi, indirgemecilik nesnelerin altında yatan temel fiziksel formlarla ilgilenir. Mondrian’ın bir ağacı soyutlayarak temel niteliklerine indirgediği, 1908’de The red tree ile başlayıp 1921’de Composition with Large Red Plane, Yellow, Black, Grey and Blue ile bitirdiği bitirdiği çalışmaları buna örnek gösterilebilir. Bilimde ise indirgemecilik iki şekilde karşımıza çıkar [2] [3] ve bu makalenin bağlamında her biri kendi başına incelenmelidir.

Birincisi, bir kuramın yeniden kavramsallaştırılmasını içerir. Yani bilim tarihinde sıkça görebileceğimiz gibi, bir olgu kendini daha iyi açılayan yeni bir kuramsal ağda tanımlanır ve eski kuramsal çerçevenin yenisine uyarlanır. Örneğin, ışığın elektromanyetik radyasyon olarak tanımlanması, optik kuramın elektromanyetik kurama sorunsuzca indirgenebildiği, kuramsal çerçevelerinin uyumlu olduğu anlamına gelir [3]. Bu bağlamda, önceden optik kuram ile araştırdığımız fenomenleri elektromanyetik kuramın çerçevesi ile araştırarak yeni bulgulara ve araştırma yöntemlerine imza atabiliriz. Burada okurun dikkatini çekmek istediğim nokta, herhangi bir elemenin henüz olmadığıdır. Fotonlar ve diğer optik fenomenler hala söz konusudur, sadece farklı şekilde açıklanmışlardır.
İkincisine ontolojik eleme diyebiliriz. Yani, bir fenomenin farklı bir kuramsal ağda açıklanmasındansa tamamen yoksayılması durumudur [2]. Bu durumda eski kuramın yerini tamamen yeni kuram alır ve bilim tarihi bu türden indirgemelerle doludur. Örneğin, doğal felaketleri tanrılarla, duyguları kalple, gerçekliği fenomenal düzeydeki algıyla açıklayan atalarımızın bütün bu kuramsal çerçeveleri elenmiş, yerlerine çağdaş anlamda bilimsel ve felsefi kuramlar geçmiştir. Yakın geçmişten ise konu hakkında sıkça kullanılan filojiston örneğine değinebiliriz. 18. yüzyılda kimyacılar, nesnelerin içerisinde filojiston adını verdikleri bir elementin olduğunu düşünüyorlardı. Bir nesne yanınca, içerisindeki filojistonu kaybediyor ve külden bir forma dönüşüyordu. Nihayetinde, yeterince gelişmiş bir kimyayla, yanma olgusunun nesnelerin bir oksitlenme biçiminden ibaret olduğunu anladık ve filojiston kimyanın bir hakikati yerine elenen bir olgu olarak kaldı.
Çoğu fizikalist düşünür için bu iki türden indirgemenin ontolojik sınırları vardır (fizikalist olmayan tarafta ise her şeyi tanrının doğasına atfeden vesilecilik ve panteizm gibi düşüncelerden bahsedilebilir). Bu duruşu daha iyi anlamak için zihin durumlarımızın madde ile olan ilişkisini ele alabiliriz. Örneğin, bir elmayı hayal edebilir, formunu zihnimizde manipüle edebilir ve hakkında akıl yürütebiliriz. Ancak bu zihin durumunu beyin durumlarıyla eş tuttuğumuz halde nedenselliğin yönünü karıştırmış oluruz. Zira iki şeyin özdeş olduğunu söylediğimizde aynı niteliklere sahip oldugunu kastetmek zorundayızdır. Fakat bir SSD’yi gözlemleyen bir yazılımcı nasıl bu makaleyi göremeyecekse beyin durumlarımı gözlemleyen bir kişi de zihnimde kırmızıdan maviye dönüştürdüğüm bir elmayı gözlemleyemeyecektir. Zira iki örnekte de ilk durumlar ikinci durumlarla aynı şey değil, sebepleridirler.
Fakat fizikalizmin temsilcilerinden Churchlandler olarak bilinen Patricia ve Paul Churchland’a göre, indirgeme konusunda bu duruşumuzu savunan bizler kritik bir hata yapmaktayız. Çünkü hâlâ bir şeyleri ifade etme konusunda algımızın antik yardımcısı olan halk psikolojisine (folk psychology) dayanan hatalı bir akıl yürütmeye başvururuz. Zira Churchlandlere göre, zihin durumlarının beyin durumlarına indirgenmesi bile söz konusu değildir. Onlar tamamen elenecek, yerlerine beyin durumları geçecektir. Fizikalizmin radikal ucunda duran bu görüş, Eliminatif Materyalizm olarak adlandırılır. O halde, önce bu görüşle ilgili temel kavramları tanıyalım ve gerçekten iddia ettiği gibi zihin durumları önermesel tutumlardan mı oluşur, bunu değerlendirelim.
Halk Psikolojisi
Evren ile ilişki içinde olan zihin, ne evrenin ne de bu ilişkinin tüm dinamiklerinin bilgisine sahip olamaz. Bu bağlamda, çevre ile etkileşime geçen gelişmiş bir primat türü olan homo sapiens, bazı şeyler hakkında incelikli bir akıl yürütme sürecine başvurmadan sağduyusuna güvenmek zorundadır. Yiyeceği elmanın tatlı olacağını, yeterince yüksekten düşen bir nesnenin formunun bozulacağını, keskin bir nesneye basınçla temas ederse canının yanacağını, ateş yakarsa ısınacağını varsayar. Anlaşılacağı üzere bu varsayımların sebebi bilimsel metodoloji yerine alışkanlıklar, dürtüler ve gözlemlerdir. Bu bağlamda bazı yanlış fikirlerin doğması kaçınılmazdır. Örneğin, tatlı olma durumunun elmanın içsel bir niteliği olduğunu varsaymak, sadece dilimizdeki papillalara temas eden fruktoz molekülünü spesifik bir şekilde işleyen nöral dinamikler hakkında bilgi eksikliğimizin olduğu bir durumda anlaşılabilirdir. Aynı şekilde, vücudumuzun %60’ının sudan oluştuğunu ve ısının moleküllerin ortalama titreşim hareketlerinden ibaret olduğunu da sağ duyumuz kavrayamaz. Bu bağlamda, Churchlandler kendimizin ve başkalarının davranışlarını inanç, hisler ve dürtüler vb. gibi zihin durumları ile ilişkilendirmenin tamamen sağ duyuya dayalı olduğunu ve beyin durumlarını ifade etmenin yanlış ve köhne bir biçimi olduğunu ifade eder. Öznelerin metnal durumları ile ilgili bu ilkel akıl yürütme biçimi Halk psikolojisi olarak adlandırılır. Patricia Churchland’ın ifadesiyle [3]:
”Halk psikolojisinden kasıt, hepimizim insan davranışını açıklayan ve öngörüde bulunurken standart olarak kullandığımız kaba saba kavram, genelleme ve parmak hesapla rından oluşan dizileridir. Halk psikolojisi sağduyu psikolojisidir; davranışı inançlann, isteklerin, algılann, beklentilerin, hedeflerin duyumlann ve birçok şeyin sonucu olarak açıkladığımız psikoloji bilimine karşılık gelir.” [S.331-332]
Eliminatif materyelizme göre halk psikolojisi yeterince incelikli bir sinirbilimi ile elenecek, bütün zihin durumları gelecekte beyin durumları ile kusursuzca tanımlanabielcektir. Bu kavraması güç ve oldukça radikal görüşü anlamak için günlük hayattan bazı örnekler vermek yararlı olacaktır. Buzdolabına doğru ilerlediğinizi ve içinden soğuk bir şişe suyu alıp içtiğinizi hayal edin. Bu eylem için ‘’buzdolabının içinde bir şişe soğuk su var’’ inancına sahip olmanız gerçekten gerekli midir? Eyleminizden önce bu inancı bir zihin durumu olarak tecrübe etmiş olmasanız da buzdolabına gidip su alabilecek olmanız aşikardır. Zira, beyninizin spesifik bir sinirsel durumda olup, kaslarınıza öğrenilmiş olan buzdolabının konumuna doğru sizi hareket ettirecek şekilde komut vermesi, buzdolabına vardığınızda evrimsel olarak kodlanmış olan içme refleksini gerçekleştirmek için faringeal kaslarınızın belli bir örüntüde kasılımlarda bulunması eylemninizin tek açıklayıcısı olabilir. Belki de davranışınızdan sonra buzdolabınızdan bir şişe soğuk su içmek istediğinizi ifade edebilirsiniz. Fakat bu, eyleminizden sonra oluşan, beyninizin iskelet, kas ve sinir sisteminizi belli bir düzende hareket ettirmesine atadığınız bir zihin durumudur ve eylemin kendisi için gerekli değildir. Eğer eyleminizden önce inancınızla ilgili bir önermede bulunsanız bile bu yine A durumundaki beyni ifade edişin hatalı bir türüdür, aynı tatlılık deneyimini elmanın içsel bir niteliği olarak ifade etmenin hatalı olması gibi.
İnançların ontolojisi
Churchlandlere göre [4] halk psikolojisinin tamamen eleneceği inançların sadece gelişmiş bir dilsel becersi olan canlılarla sınırlı olmasından anlaşılabilir. Zira bir inanca sahip olmak, klasik anlayışa göre, bir önermesel tutumda (propositional attitude) olmaktır. Bu tutumlar A önermesine inanan X öznesi için şöyle özetlenebilir: ”X öyle bir zihin durumundadır ki A önermesine inanır”. Yani, ‘’Selin, çantasından kalemini çıkardı’’ dediğimizde Selinin çantasında kalem olduğuna inanması, ”çantamda kalem var” önermesine sahip olması gerekir. Dahası ‘çanta’ ve ‘kalem’ gibi dilsel kavramları bilşsel olarak temsil etmek zorundadır. Zira önermesel tutumlar tamamen dilseldir ve herhangi bir inanışa sahip olan öznenin gerekli dilsel kavramları işleyebilecek bir dinamiği barındırması gerkir.
Buradan yola çıkan Paul Churchland, eliminatif materyalizmin bel kemiği kabul edilen Eliminative Materialism and the Propositional Attitudes adlı makalesinde önermesel tutumların, dolayısıyla inançların ve daha radikal olarak zihin durumlarının organizmanın davranışı ile nedensel bir ilişki içinde olmadığını, zira dilsel fenomenleri temsil edemeyip yine de inanca sahipmiş gibi görünen organizmalar olduğunu savunur. Örneğin, avcılara karşı sürüsünü kollayan bir mirketi hayal edin. Sürüsü avcıların ulaşabileceği bir konumda olan bir mirket, sürüsüne doğru yaklaşan bir yırtıcı gördüğünde ‘çığlık’ atacak ve sürüsünü korumuş olacaktır. Bunu yaparken ‘bir yırtıcının geldiğine inanıyorum’ gibi bir önermesel tutuma sahip olması için ‘yırtıcı’ ve ‘sürü’ gibi dilsel kavramlara ve bunları sözdizimsel olarak birleştirebilecek bir bilişsel yapıya sahip olmalıdır. Mirketler böyle yetilere sahip olmadığına göre herhangi bir inanca sahip olmadıkları, örüntü tanıma (pattern recognition) yetilerine göre hareket ettikleri açıktır.
Benzer bir durumu türümüzün de içinde bulunduğu takım olan primatlarla ilişkilendirebiliriz. Primatların muhtemelen ilk avcıları olan yılanların, primat görsel algı sisteminde evrimsel değişikliklere yol açtığı söylenilebilir [5]. Bu bağlamda, bütün primatlarda yılanlarla ilgili görsel uyaranları hızlıca farkedip korku tepkisi verme durumu yılan algılama teorisi (snake detection theory) olarak adlandırılır. Yani hem bir bonobonun hem bir insanın görsel sistemi, bir çalılığın içinde yaklaşık 1.5 metre uzunluğunda ve 10 santimetre genişliğinde; parlak, desenli ve pulumsu bir dış yüzeye sahip bir uyaranı işlediğinde ‘’burada bir yılan var’’ önermesel tutumuna sahip olmadan tepki verebilir. Zira bonobolar zaten önermsel tutumlara sahip olamazlar ve insanlar içinse bu refleks doğuştan geldiği için ‘’yılan’’ kelimesi gibi dilsel fenomenlerden bağımsız var olmuş olmalıdır.
Yani, halk psikolojisinin köhne kuramları olmadan da davranışlarımızı açıklayabiliriz. Çünkü inançlar, arzular vb. zihin durumlarının var oldukları sağ duyuya her ne kadar şüphesiz görünse de; flojiston, içsel nitelikler, doğal felaketler gönderen tanrılar gibi elenmeye mahkumlardır. Zira davranışa sebep olan zihin durumları önermesel tutumlar oldukları için sözdizimsel bir yapıyı işlemleyecek bir yapıya muhtaçlardır, fakat verilen örneklerde de görüldüğü üzere bu yapı olmadan da davranış gerçekleşebilir. Yani zihin durumları halk psikolojisinin beyin durumlarını çağ dışı ve yanlış şekilde tanımlamasının sonucudur ve yeterince incelikli bir sinirbilimi ile elenebilir.
Zihinsel temsillerde dilsel ve sözdizimsel ayrımı
Denett, Bilinç Açıklanıyor [6] kitabında fenomolojik dünyamızı tartışırken şunları yazar: ‘’İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’e bir keresinde sözcüklerle mi resimlerle mi düşündüğü sorulmuş, Keynes “Düşüncelerle düşünürüm” diye cevap vermiş. Keynes kendileri aracılığıyla “düşündüğümüz şeylerin” ya sözcükler ya da resimler olduğu varsayımına direnmekle haklıydı, çünkü gördüğümüz gibi, “zihinsel imgeler” yalnızca kafamızdaki resimler gibi değiller ve “sözel” düşünmek de kendi kendine konuşmaya benzemiyor.’’ (S.348)
Eliminatif materyalizme yöneltilen eleştrilerin önemli bir kısmı bu bağlamdan yola çıkar. Zira inançlar, arzular vb. nin, ya da herhangi bir şeyin, temsilinin neden dilsel olmak zorunda olduğunu, neden başka şekilde olamayacağını anlamak oldukça güçtür. Örneğin doğuştan sağır ve kör olan bir kişiyi (X) hayal edelim. X önermesel tutumlara sahip olamaycaktır, zira önermesel tutumlar dilseldir ve X’in iletişim şekli fenomenleri dilsel değil fiziksel temsil etmeye dayalıdır (fiziksel iletişimin de dilsel olduğu itirazı burada haklı olarak yapılabilir. Okur burada sözdizimsel kelimesinin önermesel tutumlar için daha uyumlu olduğunu ve dilsel kelimesini kullanmamın Churchlandlarin yayınları ile uyumlu olma adına olduğunu bilmelidir.) Duyuları sağlıklı bir kişi susadığında bu durmu ‘’bir bardak su içmek istiyorum’’ formunda arzu içeren önermesel bir tutumla ifade edebilir. Fakat X susadığında bunu dilsel olarak temsil edemeyeceği için su içmeyi arzulamadığını, çünkü önermesel tutumlara sahip olamayacğını söylemek kanımca saçmalıktan ibarettir. Zira arzuların ve inançların sadece dilsel temsillerden ibaret olduğunu düşünmek için hiç ama hiçbir sebebimiz olmadığı gibi aksini gösteren pek çok örnek bulmak mümkündür.
Bu örneklere geçmeden önce daha iyi anlamak için dilsel derken neyi kastettiğimizi iyi kavramak gerekir. Açık bir anlatım için şu ana kadar dilsel, sözcüksel veya sözdizimsel sözcükleriyle eş anlamlı kullanılmıştır. Yani, insan bilişsel sisteminin yeterince benzer fenomenleri kastetmek için atadığı temsili harf kombinasyonları olarak ifade edilebilir. Örneğin kedi sözcüğünü ele alalım. Türkçede K, E, D, İ harfleri arka arkaya birleştirildiğinde dört ayaklı, miyavlayan, iki dik kulağı olan, uzun bıyıklı, etcil vb. tanımlarını yeterince bir arada barındıran bir şeye karşılık gelir. Dolayısı ile kelimelerle kastettiğimiz şeyler, belirli bir anlamsal kategoriye dahil olabilecek kadar nitelik gösteren nesnelere işaret ederler. Peki, bir şeyi kastetmenin tek yolu neden sözcükler olsun? Zira pek çok hayvan (insan bebekleri de dahil) sözcüklere başvurmadan iletişim kurabilir. İşte burada sözdizimsel ve dilsel ayrımına geliyoruz. Örneğin, insanlar sevgisini ve samimiyetini sözcüklerle ifade edebilirken kedilerin aynı duyguları gözlerini yavaşça kısarak ifade ettiği bilinmektedir. Benzer şekilde, insanlar öfkelerini sözcüklerle dile getirirken kediler tıslarlar. Yılan tanıma teorisi örneğine dönecek olursak, bütün primatlar bizim yılan olarak tanımladığımız organizmayı temsil etmek için yeterince gelişmiş bir örüntü tanıma yetisine sahiplerdir. Hatta bir yılan gördüklerinde sürünün geri kalanını uyarırlar ve işbirliği içinde yılanı defederler. Bu davranışın bir örneğini aşağıdaki videoda görebilirsiniz.
Bu video makale bağlamında önemlidir. Zira videodaki şempazeler yılanın varlığını paylaşabilecek düzeyde iletişim kurabilir, jestlerle diğer grup üyelerinden yardım isteyebilir, kendileri uğraşmak istemiyorlarsa yılanı insanların önüne bırakabilirler. Bütün bu eylemler için ‘’burada bir yılan var’’ önermesini sözdizimsel olarak temsil etmeleri gerekmez, ki zaten edemezler. Onlar için yılanın varlığına inanç ve onu defetmek konusundaki arzu, açıktır ki zaten sağlanmıştır.
Zira yılanın sürüye tehlikeli mesafede yakın olduğunu gözlemleyen bir şempazenin bu konuda önlem almak için dilsel olarak diğer sürü üyelerini uyarması ve bahsedilen askiyonları almasının ‘’yılan’’ ve ‘’burada’’ gibi sözdizimsel temsillere sahip olmadığı için istek ve inançlar olmadan olmak zorunda olduğunu anlamak mümkün değildir ve radikal ve absürt bir şey söylemek istemiyorsak bunu iddia etmek için hiç bir sebep yoktur. Belki de sadece ‘buradalık’ ve ‘tehlikeli şey’ konseptlerine sahip ilkel bir temsil ile hareket ediyor ve bu iki durum bir araya geldiğinde, eğer varsa, içgüdüsel olarak sürüsünü uyarıyordur. Durum her ne olursa olsun, şuana kadar verdiğim örneklerle inançların sözdizimine mahkum olmadığını okura iyice anlatabildiğimi umuyorum.
Kaynaklar
- Kandel, E. R. (2012). The Age of Insight: The Quest to Understand the Unconscious in Art, Mind, and Brain. New York: Random House.
- Fodor, J. (1974). Special sciences (or: The disunity of science as a working hypothesis). Synthese, 28(2), 97-115.
- Churchland, P. S. (2019) Nörofelsefe, “çev.” Özge Yılmaz. İstanbul: Alfa Yayınları
- Churchland, P. M. (1981). Eliminative materialism and the propositional attitudes. The Journal of Philosophy, 78(2), 67-90.
- Van Strien, J. W., Franken, I. H., & Huijding, J. (2014). Testing the snake-detection hypothesis: larger early posterior negativity in humans to pictures of snakes than to pictures of other reptiles, spiders and slugs. Frontiers in human neuroscience, 8, 691.
- Dennett, D. C. (1991). Consciousness explained. (P. Weiner, Illustrator). Little, Brown and Co.