Çağdaş zihin felsefesinde materyalist monizmin bilim okurluğunu sembolize eden bir nişan gibi takıldığını görüyoruz. Zira bu fizikalist duruş, fiziğe rağmen veya karşı argümanların savunulamaycağını göstermenin, modernist bir akıl yürütme sürecinin çağımızın gerekliliği olduğunu belirtmenin itibarlı bir yolu gibi görünüyor. Aslında bu durum pek de şaşırtıcı değildir. Çünkü sağ duyuya dayalı düşünsel pratikler şöyle veya böyle başarısız olmuştur ya da yanlışlanamamanın konforu ile varlıklarını sürdürürler. Bu bağlamda maddeciliğin kesinliği David Lewis’in de belirttiği gibi tartışmaya kapalı gibi görünüyor.
Bu kısımda kendimin de bir materyalist monist olduğumu söylemeliyim. Yani evrende maddenin tek töz olduğunu, her şeyin temelinde fiziksel olguların olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda, zihin felsefesinden önce ontolojiyle tanıştığım için, zihin-beden probleminde cevabın oldukça açık olduğunu düşünüyordum. Zihin durumları beyin durumları ile aynı şeyler olmalıydılar, aksi töz ikiciliğini savunmak ve büyücülük demekti. Fakat zihin felsefesi okumalarında ilerledikçe zannediyorum ki okur, benim farkettiğim gibi, zihin-beden özdeşçiliğininin cevaplaması gereken soruların zihin felsefesindeki herhangi bir materyalist görüşten çok daha kritik olduğunu farkedecektir. Zira zihin felsefesindeki diğer materyalist monist görüşler zihin-beden özdeşçiliğinin felsefesiz duruşundan hareketle yükselmiştir. O halde önce bu felsefi görüşü tanıyalım ve itibarını bu makale çerçevesinde tartışalım.
Zihin-beden Özdeşçiliği
Tür olarak varoluşumuzun neredeyse tamamında fenomenleri animistik teorilerle açıkladık. Yıldırımlar tanrılardan, sevgi kalpten kaynaklanıyordu. Çünkü fenomenleri yeterince derinlikle incelyecek ve holistik bakış açısında kurtulabilecek bir araştırma geleneğe sahip değildik. Fakat 16. yüzyılda Kopernik’in başlattığı bilimsel devrim ile doğayı yeterince sofistike metodlarla inceledik ve farklı çalışma alanlarına indirgeyerek oldukça umut verici sonuçlarla açıklamaya başladık. Aristonun sağ duyuya dayalı hareket teorisini Newton; kilisenin kozmolojik öğretilerini Kopernik ve Kepler yerlebir etti. Fakat belki de, John Heil’in de alaylıca ima ettiği üzere, hala zihinsel fenomenleri açıklarken içgüdüsel akıl yürütme dinamiklerimize başvuruyoruzdur. Belki de depremi tanrılar ile ilişkilendirmemiz ile zihin durumlarını gayri bilimsel statüler atamak, benzer bir bilgi eksikliğinin doğurduğu sağ duyusal yargılara dayanıyordur. Durum böyleyse, yeterince gelişmiş bir sinir bilimi ile psikolojik durumlar tamamen beyin durumlarına indirgenebilir (veya tamamen elenebilir).
Anlaşılacağı üzere, bu teorinin savunucuları zihin durumlarının beyin durumları ile aynı şey olduğunu iddia eder. Burada bir korelasyon veya nedensel ilişkiden öte bir idda vardır. Konu hakkında oldukça sık kullanılan bir örneği kullanmak gerekirse, özdeşçilere göre C sinir liflerindeki ateşleme acı deneyimine sebep olmaz, zira C sinir liflerindeki ateşleme zaten acının kendisidir. Benzer şekilde, psikotik ataklar dopaminerjik sistemdeki aksaklıkların kendisidir, sonuçları değil. Bu tür bir kavrayışı anlamak zor olsa da, bir özdeşçi antik zamanlarda suyun H2O dan ibaret oluduğunun da kavranmasının zor olduğunu, meselenin sadece sağ duyumuzu aşmak olduğunu idda edebilir. Zira Patricia Churchland’ın da belirttiği üzere, Kopernik’in evren modeli kilise tarafından anlaşılamaz, daha isabetli bir tabir ile, hayal edilemez bulunmuştu [1]. O halde, tek yapmamız gereken sağ duyumuzu aşabilecek kadar incelikli düşünmek ve işi sinir bilimine bırakmaktır. Fakat bunu yapmadan önce, özdeşlik kavramını iyi idrak etmek gerekir. Zira mutlak özdeşliğin ne olduğu neredeyse felsefe tarihi kadar eskidir ve bir zihin-beden özdeşçisinin cevaplaması gereken onlarca soruyu beraberinde getirir.
Leibniz Yasası
Özdeşlik kavramı sadece zihin felsefesinin değil; mantığın, ontolojinin, dilbiliminin ve epistemolojinin antik baş ağrısıdır. Zira bir şeyin bir bir şeyle özdeş olduğunu söylemek aslında o şeyin o şey olduğunu söylemek kadar basit görünse de bu husuda hakikat bundan daha karmaşıktır. Eğer X = Y ise X her anlamda Y dir. Bu tanım Leibniz’in Yasası olarak da bilinir ve sembolik mantıkta şu şekilde ifade edilebilir:
∀F(Fx ↔ Fy) → x=y
Yani X ve Y, her bir F niteliği için, X eğer F’ye sahipse ve Y de F’ye sahipse ancak o zaman özdeştir [2].
Bu yasanın zihin felsefesindeki kullanımı beyin durumlarının ve zihin durumlarının niteliklerinin farklı olduğunu, dolayısıyla aynı şey olamayacaklarını göstermeye yöneliktir. Zira yumuşak bir yastığa dokunduğumda yumuşaklık tecrübe ederim, fakat somatik duyu korteksimi inceleyen bir cerrah yumuşaklık deneyimi hakkında hiç bir şey göremeyecektir. Bunun da ötesinde, yumuşaklıkla ilgili beyin durumum sinir hücrelerimin elektirksel zar potansiyelindeki değişim ve duyusal sinirlerimden gelen sinyalleri işleme gibi sinirsel niteliklere sahipken, yumuşaklık deneyimim bunlardan tamamen münezzehtir. O halde beyin durumları zihin durumları ile, aynı niteliklere sahip olmadıkları bağlamında, özdeş değillerdir.
Leibniz yasası mantığın cazibesine sahiptir ve reddedilmesi mistik bir akıl yürütmeye yol açacakmış gibi hissetmeden edemeyiz. Tam da bu noktada desturumuzu takınmalı ve mantığı kullanışımızı daha sofistike bir şekilde incelemeliyiz. Zira bilim tarihindeki mantıksal pozitivizm felaketi bize fenomenleri mantıkla ilişkilendirirken oldukça dikkatli olmamız gerektiğini hatırlatır. Bu bağlamda, Paul Churchland’ın Leibniz yasası hakkında söylediklerine odaklanmayı gerekli buluyorum.
Paul Churhcland, Madde ve Bilinç kitabında Leibniz yasasının sınırlılığını ifade etmek için aşağıdaki argümanı inceler [3]:
P1: Aspirin, John tarafından bir ağrı kesici olarak bilinir.
P2: Asetilsalisilik asit, John tarafından bir ağrı kesici olarak bilinmez.
Dolayısıyla, Leibniz Yasası’ na göre,
C3: Aspirin ile asetilsalisilik asit özdeş değildir.
Açıkça anlaşılabileceği gibi bu sonuç yanlıştır. Churchlandin da belirttiği gibi, P1 ve P2 öncülleri Aspirinin bir niteliğini belirtmez. Zira bir şeyin bir özne tarafından nasıl tanındığı o şeyin bir niteliği olamaz. Benzer şekilde, yaşınız ilerledikçe renk algınızdaki hassas değişimler rengini algıladığınız nesnenin nitelikleri değildir. Bunu takiben, Churchland zihin durumlarının bilinmeleri hakkında şu argümanı öne sürer:
P1: Zihin durumlarım içgözlemle bilinebilir.
P2: Beyin durumlarım içgözlemle bilinemez.
Dolayısıyla, Leibniz Yasası’na göre,
C3: Beyin durumlarım ile zihin durumlarım özdeş değildir.
Okur bu sonucun da yanlış olduğunu düşünebilir, fakat iç gözlem ile bilinebilme önceki argümanın sağladığı bağlamdan çok daha temel bir şeyi ifade ediyor gibi görünüyor. Zira A’nın hem B hem C ismi ile bilinmesinden C nin B ye özdeş olmadığı sonucunu çıkaramamız bize sadece aynı şeyin farklı şekillerde tanınabileceğini gösterir. Fakat A’nın B yoluyla bilinip C nin B yoluyla bilinememesi A nın C ile özdeş olmadığını iddia etmek için yeterlidir. Churchland, bu durumun bir soruna yol açmadığını, zira argümanın ikinci öncülünün yanlış olduğunu belirtir. Zira zihin durumları beyin durumları ile özdeşse tecrübe ettiklerimiz sadece beyin durumlarının farklı bir ifadesidir. Bu kavraması güç bir fikirdir. Çünkü kişi bir nitelce (qualia) olan kırmızı deneyiminin oksipital korteksindeki bir takım aktivitelerin nasıl farklı bir kavramsallaştırılması olduğunu karvamakta zorlanır. Fakat bu durum antik terminolojimizin ve sağ duyumuzun kavramsallaştırma süreçlerimizdeki yerinin bizi nasıl yanılgıya düşürdüğünü gösterir. Düşünelim, depremi deneyimleyip sismik dalgaları deneyimlemediğimizi söyleyebilir miyiz? Ya da, Churchlandın da belirttiği üzere, sıcaklığı deneyimleyip nesnelerin ortalama kinetik enerjiyi deneyimlemediğimizi iddia edebilir miyiz? Bu iki sorunun da cevabı açıkça hayırdır. Zira sismik dalgalar depremle; ortalama kinetik enerji sıcaklıkla özdeştir. Bu bağlamda, beyin durumlarının zihin durumları yerine kullmaması jargon tercihlerinden ibarettir. “Şiddetli bir deprem hissettim” yerine “X büyüklüğünde bir sismik dalga hissettim” demek aynı şeye işaret edeceği gibi zihin durumları da beyin durumları bağlamında sözdizimleştirilebilir.
Burada zihin-beyin özdeşliği teroisinin doğrulanması için daha oldukça çetrefilli bir yolun olduğunu bilmeliyiz. Zira ilerideki makalelerimde ele alacağım çoklu gerçekleştirilebilirlik problemi gibi sadece zihin-beyin özdeşliğine değil, bütün fizikalist teoriler için büyük problemler teşkil eden hususların reddedilmesi kendi içinde yeni problemler doğurduğı için daha sofistike argümanları gerektirirler. Fakat bulunduğumuz konumda Leibniz yasasının özdeşçiliğin reddi için yeterli olmadığının aşikar olduğunu düşünüyorum.
Kaynaklar
[1] Churchland, P. S. (2020). Nörofelsefe. (Özge Yılmaz çev.). İstanbul: Alfa Yayınları.
[2] Forrest, P. “The identity of indiscernibles.”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Kış, 2020), Edward N. Zalta (ed.), URL = <https://https://plato.stanford.edu/entries/identity-indiscernible/>.
[3] Churchland, P. M. (2012). Madde ve bilinç. (Berkay Ersöz çev.). İstanbul: Alfa Yayınları.