Doğanın sunduğu bilgi tatlıdır
Bizim müdahaleci zihnimiz
Şeylerin biçimlerinin güzelliğini bozar:
İncelemek için katlederiz
William Wordsworth, ''The tables Turned,'' 1789
Yaygın bir kanıya göre zihnin ve bedenin farklı tözler olduğunu savunan töz düalizminin itibarsızlaşması 19.yüzyıldaki bilimsel gelişmelerle başlamıştır. Bu pek doğru değildir. Zira 17.yüzyıldaki fizikçiler bile termodinamik yasalarına göre fiziksel olmayan bir nesnenin fiziksel bir nesneyi etkilemesinin mümkün olmadığını biliyordu. İşin daha da vahim hali, incelikli bilimsel fenomenler ortaya çıktıkça töz düalizminin yanlışlanmasının onun neredeyse bir karakteristiği olmasıdır. Bu makalenin konusu ise bu türden bir reddediş değil, David Chalmers gibi ikici (töz düalisti yerine bu kelimeyi kullanacağım) filozofların cevaplaması gereken bir ”nasıl?” sorusudur. Fakat buradan bir görüşün itibarlı olması için bütün ”nasıl?” sorularını cevaplaması gerektiği çıkarsanmamalıdır. Zira çağdaş bilim belirli bir girdinin spesifik bir çıktıya çıktıya sebep olduğunu, fakat bunun hangi süreçlerce gerçekleştiğini bilmediğimiz pek çok istikrarlı black box modeller ile doludur. Fakat umuyorum ki okur, bu makalenin ikicilere yönelttiği problemin çok daha kritik olduğunu farkedecektir.
Okurlardan bazıları yaklaşık 5 sene önce gündeme gelen, Pasteur deneylerini konu alan teolojik yayınları hatırlayacaktır. Cansızlıktan canlılığı geçişin olamayacağı gösterdiği sanılan bu deneyler sanıyorum ki Türkiye’de abiyogenez teorisinin duyulmasına hizmet etmişti. Tabii ki ortada, bilinçli veya bilinçsiz, bir yanlış yorumlama vardı ve cansızlıktan canlılığa geçişi çürütecek hiç bir şey bulunamamıştı. Ayrıca konunun iyice yaygınlaşmasından ben de nasibimi almıştım. Tam da bu dönemde zihin felsefesiyle ilgilenmeye başladığım için abiyogenez konusunun materyalist dünya kavrayışıma, dolayısıyla temelinde fiziksel olgular olduğunu düşündüğüm zihin fikrine, ne kadar iyi hizmet ettiğini farketmiştim. Zira abiyogenez canlılığımızın öncesinden bugünümüze kadar olan süreci inceleyebileceğimiz bir zemin sunuyordu ve fizik ötesi hiçbir şeyin dahil olabileceği bir boşluk görünmüyordu. Bu sorgulama, makalenin sonuç kısmını oluşturacağı için önce abiyogenezi tanıyalım ve zihin felsefesi bağlamındaki önemini araştıralım.
Abiyogenez
Fizik ötesi/ruhani bir dünya anlayışına sahip olanlar için canlılığın nasıl başladığı genelde pek de büyük bir sorun değildir. Özellikle vesileci dünya görüşlerinde canlılığın da tanrının sebebep olduğu bir olgu olduğunu görürürüz. Fakat, çağdaş felsefenin pek çok konusu gibi, bilinçli bir üstün varlığa inanmayanlar için canlılık problemi mantıksal olarak iyi açımlanabilse de empirik olarak gizemini korumaktadır. Zira ‘canlılıktan önce’ tanımı gereği cansızlığı önceler ve canlılık bu bağlamda cansızlıkta oluşmuş olmalıdır. Fakat işin içinden çıkılması zor kısım bunun nasıl olduğu, yani empirik sorusudur. Bu bağlamda, abiyogenez teorisi günümüzün bilim dünyasında canlılığın nasıl başladığınına yönelik en fazla kabul gören teoridir. Basitçe tanımlamak gerekirse abiyogenez, dünyada organik yaşamın başladığı tahmin edilen dönemdeki inorganik yapıdan, pek çok parametrenin uygun koşullarda bir araya gelmesi ile bugünkü canlılığın yapı taşları olan aminoasitler ve yağ asitleri gibi yapıların ortaya çıkabileceğini savunan bir kimyasal evrim teorisidir.
Bu teorinin ampirik güvenilirliği pek çok çalışma ile sağlanmış olsa da, en önemli bulgu Miller-Urey deneyinde sağlanmıştır. Bu deneyde dünyamızın ilk 500.000.000 yılının (cansızlıktan canlılığa geçişin başladığı döneme tekabül ettiği düşünülen zamana denk gelir) sonundaki inorganik parametreler (yıldırımlar, inorganik moleküller, atmosfer basıncı, su döngüsü vs.) ve ortam simüle edilmiş, oluşturulan beşeri mekandaki organik aktivite takip edilmiştir. Gözleme başlandıktan sonra metan sistem içindeki karbonun yaklaşık %14’ünün organik molekülleri oluşturduğu, hatta bu moleküllerin de yüzde %2’sinin canlılığın yapıtaşı olarak bilinen aminoasitlerden bazılarını oluşturduğu kayıt edilmiştir.

Kimyasal evrimle ilgili başka bir fenomen ise protobiontların, yani yağ asitlerinin kümeleşip ilkel bir hücre zarı forumunu alması, oluşumudur (paragrafın sonundaki videoya bakınız). Kısaca, protobiontların şu süreçle oluştuğu düşünülmektedir: Yerkabuğunun altındaki magma, yüksek basınç altında karbonmonoksit ve hidrojeni ısıtarak yağ asidi moleküllerinin oluşumuna yol açar. Bu yağ asitleri, suyun içinde belli bir yoğunlukta birikerek oval şekiller alır ve zamanla, canlılığın ilkel formunu sağlayabilecek nitelikleri kazanarak ilk çift katlı lipit katmanını (lipid bilayer structure) oluşturur. Bu şekle dikkat etmenizi istiyorum. Zira muhtemelen ortaokul biyoloji kitaplarından hatırlayacağınız hücre zarı (membran) yapısına benzediğini farkedeceksiniz. Membranların içlerine yeni moleküller alıp kimyasal evrimin devam etmesini sağladıkları düşünülür ve eşleyicilerin sürece dahil olmasıyla birlikte ilk hücre bölünmesi gerçekleşir.
Peki bütün bunlar zihin felsefesi bağlamında ne anlama geliyor? Buradaki kilit nokta, kartezyen düalizmin açıklaması gereken oldukça kritik bir problemi göstermektir. Denett’in akıl yürütmesini takip edersek sormamız gereken soru şudur: canlılığın başladığı kimyasal evrim ve geliştiği biyolojik evrim süreçlerinin hangi bölümünde metafiziksel bir ”şey” sürece dahil olmuş olabilir? Yağ asitlerinin ovalleşmesi için ihtiyacımız olan tek şey doğa kanunlarının kendisiydi, biyolojik evrim süreçleri içinse evrim mekaniklerinin yeterli olduğunu biliyoruz. Öyleyse nerede, nasıl, ne zaman ve neden evrimin alet çantasına madde olmayan bir töz dahil olmuş olabilir? Eğer marslı bir büyücünün ya da Denett’in belirttiği gibi metafiziksel bir varlığın ilahi kaslarını germek için bu sürece dahil olmasını sağlayacak bir motivasyonu yoksa, olamaz.