“Temsili Gerçekçilikten Emin miyiz?” başlıklı makalemde Berkeley’in idealizmine değinmiş ve algı felsefesindeki yerini tarihsel notlara dikkat ederek incelemiştim. Fakat makalenin konusu gereği Berkeley’i temsili gerçekçilik eleştrisi bağlamında ele aldığımdan analitik felsefe geleneği ile lişkisine değinmedim. Bu yazımda ise bu konuyu biraz daha ilerleterek ingiliz idealizminin G.E Moore’un The Refutation of Idealism [1] makalesi ile ilişkisine değineceğim. Önceki makalemde Berkeley’in felsefesini zaten tanıttığımdan aşağıya aynı paragrafı ekleyerek başlayacağım.
Kendisinden sonraki 200 yıl düşünce dünyasında önemli bir yeri olan ve başta Matrix olmak üzere pek çok popüler kültür nesnesinde seyrettiğimiz “X aslında yok” sahnelerinin sebebini olan kişiyele tanışalım. İrlandalı bir Anglikan episkoposu olan George Berkeley’in felsefesinde dikkat çeken şey, düşünce tarihindeki en radikal iddialardan biri olan maddenin var olmadığı fikridir. Pek çoklarınca fikirlerini çok da iyi temellendirememiş bir filozof olan Berkleyin en önemli eseri Hylas İle Philonous Arasında Üç Konuşma [2], belki tatmin edici bir sonuç sunmasa da, ortaya koyduğu bazı argümanlar açısından oldukça önemlidir.
Kitapta bilimsel akıl yürütmeyi temsil eden Hylas’ın karşısında Berkeley’in idealizmini savunan Philonousu görürüz. Algı nesnesinin gerçekliği hakkındaki tartışmalarında Philonous’un öne sürdüğü en önemli argümanlardan birisi nesnelerin kendilerini değil, niteliklerini algıladığımızdır. Düşünelim, bir elmayı algıladığınızda onun rengini, yüksekliğini ve genişliğini, kokusunu, ağırlığını ve parlaklığını tecrübe edersiniz. Fakat bunlar, Philonous’e göre, elmanın kendisi değil, onun nitelikleridir. Bu niteliklerin hepsini topladığınızda bir elma değil, elma imgesi elde edersiniz. Bu durum pek tabii dışsal bütün algı nesneleri için geçerli olabilir. Yani algı nesnesinin nedeni olan asıl nesne, eğer varsa, özne tarafından ulaşılamaz. Bu bağlamda Berkeleyin amacı onun idealizminin karşısındaki Locke gibi figürlerin ve genel olarak deneycilerin tamamen kavranamaz bir şey hakkında tartıştığını göstermektir. Zira ona göre dış dünyadaki şeyler hakkında konuşmak başlı başına saçmalıktır çünkü her şeyi zihniyle kavrayan insan bunun dışındaki bir şeyin bilgisine zaten ulaşamaz. Yine elma örneğinden devam edelim. Zihninizdeki imgesinden bağımsız, gerçeklikteki haliyle bir elma hayal etmeyi deneyin. Hangi niteliği eksilttiğiniz veya tecrübe etmeye çalıştığınız “gerçekçi” şey, zihninizdeki bir imge olmak zorundadır. Yani bütün algısı fikirlere dayanan özne bunlardan bağımsız bir hakikati bilemez. Durum buyken malum soru akıllara geliyor: hiç bir öznenin algılamadığı nesneler hala nasıl var olmaya devam etmektedir; kimsenin bakmadığı bir dağın gölge etkisi yaratabilmesi nasıl mümkün olabilir? Berkeley için bu soruların cevabı tanrının zihninde her an her şeyin algılanıyor oluşudur. Zira insan zihninin algısal yetileri oldukça kısıtlıyken kainatın mimarının zihninde her şeyin bilgisi vardır ve algılanmaktadır. Yani, var olmak algılanmaktır (esse est percipi).
Moore için ise mesele burada sonlanmaktan çok uzaktır, zira o analitik felsefe geleneğinin temel karakteristiklerinin tarihteki ilk örneklerinden birini göstererek; İfadenin incelenmesinde sağ duyunun boğucu belirsizliğinden kurtulur ve akıl yürütmesini sözdizimi – anlam ilişkisi ile sağlar.
O halde Moore’un esse est percipi önermesini incelemesine göz atalım. Karşımızda bir is (Türkçedeki karşılığı: -dır) ifadesi olduğunu görürüz. Bu ifade bir koşaçtır (copula) ve özne ile yüklemin arasındaki anlamsal ilişkiyi gösterir.
Esse est percipi
To be is to be perceived
Var olmak algılanmakdır
Haliyle ifadenin anlaşılması için bu yapının incelikle ilgilenmesi gerektiğini düşünen Moore bir koşaçın ifade ettiği şeyleri şu şekilde sıralıyor:
Synonym (eşanlam): burada özne ile yüklemin birbirleri ile özdeş oldukları kastedilir. Örneğin, “6 + 6 = 12” veya “asetilsalisilik asit ağrı kesicidir” bu bağlama örnek olarak gösterilebilir.
Inclusion (içerme): eğer yüklem öznenin bir niteliği ise onu içerdiği söylenilebilir. Örneğin, “Etanol kanserojendir” cümlesinde kastedilen kanserojen olmanın etanolün bir niteliği olduğdur.
Necesetty inclusion (zorunlu içerme): özne, yüklemin mantıksal olarak zorunlu bir ilişkileri varsa bu bağlamda birbirlerini zorunlu olarak içerirler. Klişe bir önreğe göre “bütün bekarlar evli değildir” denildiğinde bekar kişi zaten evli olmak zorunda olmadığından bir zorunlu içerme durumu vardır.
İdealistlerin var olmak algılanmaktırdan kasıtları içerme veya zorunlu içerme değildir. Zira onlar algılanmanın bir nesnenin niteliği olduğunu veya algılanmak ile var olmak arasında mantıksal zorunluluk olduğunu iddia etmezler. Onlar için var olmak algılanmak ile aynı şeydir. Örneğin bir duvarın algılanma niteliği yoktur veya zorunlu olarak algılanmayı içermez; o varsa, algılanmıştır.
Burada Moore algılanmanın doğasına özellikle dikkat etmemizi önerir, zira idealistler bir zihin durumunun doğasını yeterince incelikle ele almamışlardır. Moore’a göre ise bir algısal süreç iki durumdan oluşur: bilinç ve bilinç nesnesi. Herhangi bir zihinsel durumda bu ikisi aynı anda olmalıdır, birinin olmadığı bir zihin durumu hayal edilemez ve bunu fark etmek pek de zor değildir. Sadece hiç bir şey hakkında veya bilinçli olmadan bir şey hakkında düşünmeye çalışın. Belki de Moore günümüz nörobilişsel psikoloji literatüründeki bilinçaltı algı çalışmalarını (örn, continious flash suppresion, visual masking) görseydi bu fikrinden vaz geçerdi, fakat şimdilik bu iddiasını doğru kabul edelim.
Bütün bunları daha iyi anlamak için Berkeley’le bir elma hakkında tartıştığınızı farz edin. Ona göre, elmanın dış dünyada olduğunu ve bu fikrin sadece elmanın varlığının neden olduğu bir zihin durumu olduğunu söylerseniz bu anında geri tepecektir. Zira anlattığınız her şey bir fikirdir ve bunun ötesinde bir varlığı algıladığınza dair bütün iddalarınız da böyle olmak zorundadır. Fakat Moore burada araya girer ve Berkeley’in aslında bir elma algısında bilinç + bilinç nesnesi analizini yapmakta başarısız olduğunu söyler. Zira elma algısı, bilincin elma nesnesine yönelmesidir. Fakat Berkeley elma nesnesine yönelmeyi gözden kaçırır ve bütün bir elma algısına sadece bir bilinç durumuymuş gibi davranır, halbuki bu fenomenin sadece yarısıdır.
Sanıyorum ki idalist yanılgı böylece daha açık hale gelecektir. Jonathan Kvanvig’in verdiği örneğe değinecek olursak: mavi bir çiçek dediğimizde maviliğin çiçeğin bir niteliği olduğunu söyleriz. Fakat idealist, mavliği bilincin bir niteliği olarak değerlendirerek bir yanılgıya düşmüş olur. Zira mavi fikir diye bir şey olamaz. Mavi hakkında, daha doğrusu, mavi olan bir nesne hakkında fikir sahibi olabiliriz.
Her ne kadar Moore’un iddiaları felsefe tarihi bağlamında son derece önemli olsalar da kanımca pek de ikna edici değiller. Zira Moore’un zihin durumu analizinde bilinç durumu ve bilinç nesnesini ayırması her ne kadar sağ duyuyu tatmin etse de (Moore analitik felsefe tarihinde sağ duyu saçmalıkları ile anılan Moorean shift’in mimarı olduğu için bu pek de şaşırtıcı değildir.) bütün bu akıl yürütmenin zihin dışındaki bir nesnenin varlığına nasıl işaret ettiği net değildir. Neden bilincin yöneldiği nesne dış dünyada olmak zorunda olsun? Bu soru Berkeley’in dini motivasyonunu göz önüne aldığımızda daha da anlamlı hale gelir. Zira tanrının insan zihninde herhangi bir nesneyi “yaratması” için gerçek bir nesneye ihtiyaç duyduğunu düşünmemiz için herhangi bir sebep yoktur. Benzer bir akıl yürütme “mavi fikir” örneğine de uygulanabilir. Fikirlerin mavi olamayacağı, idealistlerin bu konuda ikna edici argümanlar sunamadıkları kanımca doğru olsa da mavi niteliğe sahip olan bütün nesnelerin sadece ama sadece bir zihin durumu olarak var olmadıklarını nasıl düşünebiliriz?
Kaynaklar
[1] Moore, G. E. (1903). The Refutation of Idealism. Mind, 12(48), 433–453. http://www.jstor.org/stable/2248251
[2] Berkeley, George (2007). Three dialogues between Hylas and Philonous in opposition to sceptics and atheists. In Elizabeth Schmidt Radcliffe, Richard McCarty, Fritz Allhoff & Anand Vaidya (eds.), Late modern philosophy: essential readings with commentary. Oxford: Wiley-Blackwell.