Temsili Gerçekçilikten Emin Olmalı mıyız?

Günümüzde, algı nesnesinin dış dünyada bulunduğuna ve bize nörobilişsel bazı süreçlerce ulaştığına dair bir fikir birliği vardır. Bu fikir özellikle sinirbiliminin ciddi mesafe katettiği son 150 yılda oldukça yaygınlaştı. Zira beyni sadece akıl yürütmeyi sağlayan bir organ olmanın ötesinde, gerçekliği temsil etme niteliğine sahip bir bilgi-işlem yapısı olarak tanımladık. Bu sürecin duyusal kortekslerin (sensory cortex) işlevlerinin keşfi ile hız kazandığını söyleyebiliriz. Görüş görsel korteksle (occipital cortex), işitme işitsel korteksle (auditory cortex), dokunma somatoduyusal korketsle (somatosensory cortex) sağlanıyorsa, gerçekliğin temsili bu yapıların dinamiklerinden geliyor olmalıydı. Bunlara ek olarak, optik alanındaki erken gelişmelerin de benzer bir sürece hizmet ettiği söylenilebilir. Örneğin 1791 yılında Samuel Thomas Soemmerring’in retinadaki sarı beneği (macula) keşfi görme bozukluklarını fizyolojiyle açıklamanın en erken örneklerinden biriydi. Yani algı nesnesini ulaştırmadaki araçlardan birindeki aksaklığın görme deneyimini etkilemesi algıyı bedensel dinamikler ile açıklamak için önemliydi. Çağdaş sinirbiliminde ise farklı estetik formları işeyen spesifik beyin bölgelerini inceleyen nöroestetik literatürü ve estetik algıyı beynin nesneyi kolayca işlemesi ile açıklayan akıcı işleme teorisi (fluent processing theory) [1] gibi çalışmalar ise estetik nesnenin nörobilişsel bir yorum olduğunu tartışmaya kapatmış gibi görünüyor.

Bütün bunlardan, ve genel olarak sinirbilimi ve bilişsel psikoloji tarihinden yola çıkarak algının bir temsil olduğu sonucuna varmak oldukça rasyonel görünüyor. Ben de bu kanıda olmama rağmen, bu çıkarmın itibarının ona yönelik eleştiri kabiliyetimizi sınırladığını düşüüyorum. Zira algı 2000 yıldan uzun süredir felsefenin konusu olmuştur ve özellike 16.yy ve 17.yy anglosakson felsefesi ile iyice pekiştirilmiştir. Dolayısıyla günümüzde emin olduğumuz dolaylı gerçekçiliğin (indirect realism) aleyhinde argümanları bu makalede derleyip bir sonuca varmaya çalıştım. Böylece bu emin olduğumuz görüşün itibarını birlikte sorgulayabilir ve karşısındaki idealizm ve saf gerçekçiliğin günümüzde hala eski gücünü sahip olup olmadığını değerlendirebiliriz. 

Berkley

Kendisinden sonraki 200 yıl düşünce dünyasında önemli bir yeri olan ve başta Matrix olmak üzere pek çok popüler kültür nesnesinde seyrettiğimiz “X aslında yok” sahnelerinin sebebini olan kişiyele tanışalım. İrlandalı bir Anglikan episkoposu olan George Berkeley’in felsefesinde dikkat çeken şey, düşünce tarihindeki en radikal iddialardan biri olan maddenin var olmadığı fikridir. Pek çoklarınca fikirlerini çok da iyi temellendirememiş bir filozof olan Berkleyin en önemli eseri  Hylas İle Philonous Arasında Üç Konuşma [2], belki tatmin edici bir sonuç sunmasa da, ortaya koyduğu bazı argümanlar açısından oldukça önemlidir. 

Kitapta bilimsel akıl yürütmeyi temsil eden Hylas’ın karşısında Berkeley’in idealizmini savunan Philonousu görürüz. Algı nesnesinin gerçekliği hakkındaki tartışmalarında Philonous’un öne sürdüğü en önemli argümanlardan birisi nesnelerin kendilerini değil, niteliklerini algıladığımızdır. Düşünelim, bir elmayı algıladığınızda onun rengini, yüksekliğini ve genişliğini, kokusunu, ağırlığını ve parlaklığını tecrübe edersiniz. Fakat bunlar, Philonous’e göre, elmanın kendisi değil, onun nitelikleridir. Bu niteliklerin hepsini topladığınızda bir elma değil, elma imgesi elde edersiniz. Bu durum pek tabii dışsal bütün algı nesneleri için geçerli olabilir. Yani algı nesnesinin nedeni olan asıl nesne, eğer varsa, özne tarafından ulaşılamaz. Bu bağlamda Berkeleyin amacı onun idealizminin karşısındaki Locke gibi figürlerin ve genel olarak deneycilerin tamamen kavranamaz bir şey hakkında tartıştığını göstermektir. Zira ona göre dış dünyadaki şeyler hakkında konuşmak başlı başına saçmalıktır çünkü her şeyi zihniyle kavrayan insan bunun dışındaki bir şeyin bilgisine zaten ulaşamaz. Yine elma örneğinden devam edelim. Zihninizdeki imgesinden bağımsız, gerçeklikteki haliyle bir elma hayal etmeyi deneyin. Hangi niteliği eksilttiğiniz veya tecrübe etmeye çalıştığınız “gerçekçi” şey, zihninizdeki bir imge olmak zorundadır. Yani bütün algısı fikirlere dayanan özne bunlardan bağımsız bir hakikati bilemez.

 Buraya kadar olan kısım Berkeley’in, algı felsefesi tarihindeki itibarını sağlayan argümanlarını içerir. Fakat bütün bunlardan yola çıkan Berkeley, algı nesnesinin sadece algıda varolabileceğini ve maddi bir gerçekliğin olmadığını, yani varolmanın algılanmak olduğunu savunurken işi batırır. Zira o sadece zihnimle bilebilirimin ötesine geçerek varolmak algılanmaktır der ve ontolojik bir hükümde bulunur. Zihin durumu olmayan bir nesneyi imgeleyememizin veya sadece niteliklerini deneyimleyebilmemizin, nesnelerin zihin dışında olmadığı anlamına geldiğini düşünmemiz için hiç bir sebep yoktur. Bu türden bir hata dünya dışında bir yaşamın olduğuna inanan Kant’da, Evrenin Monadlardan oluştuğunu iddia eden Leibniz’de ve kadınların bir penise sahip olmak istediğini düşünnen Freud’da görülebilir. Bu önermelerin doğru olduğunu düşünmemiz için hiç ama hiç bir sebep yoktur.  

Sadece bu makale bağlamında önemli olan kısmını incelediğimize göre Berkeleyden ne öğrenebileceğimize dönebiliriz. O, hakikati şöyle veya böyle dolaylı yollardan algıladığını düşünen insana epistemolojik sınırlar çizmiştir. Her şeyi zihni ile bilen özne zihin ötesi şeyin bilgisine ilkece ulaşamayacak, dolayısıyla temellendiremeyecektir. Berkeley ve takipçileri, bu duruşu John Locke’un dolaylı gerçekçi argümanlarına karşı başarılı bir şekilde savunduklarını söylemek mümkündür. Örneğin, Locke’a göre nesnelerin nitelikleri, zihne-bağlı olmadan haikaktin kendisinde var olanlar yani birincil nitelikler; ve tamamen zihin ve nesne ilişkisinin ürünü olup nesnenin kendisinde olmayan ikincil nitelikler olarak ikiye ayrılır. Birincil niteliklere örnek olarak katılık, uzunluk, sayı ve şekil verilebilirken; ikincil niteliklere renk, tat ve koku verilebilir [3]. Locke’un buradaki sağduyusunu kavramak kolaydır: uzunluğu ve şekli olmayan bir nesne varolamazken; rengi ve tadı olmayan bir nesneyi kavramak sadece zordur. 

Berkeley bu argümana birincil niteliklerin de en az ikinci nitelikler kadar zihne bağlı olduğunu söyleyerek karşı çıkar. Benzer bir idealist reddiye yine Locke’un algı ve kontrol argümanına yöneltilmiştir. Locke, hayal gücü ile bilinçli bir şekilde nesnelerin imgelerini manipüle edebiliğini, ancak duyuları dış dünyaya yönelikken algısının oluşumunu kontrol edemediğini belirtir, aynı bu makaleyi okuyan sizin bir makale görmemeyi seçememeniz gibi. Locke buradan dış dünya ile ilgili algısına sebep olan nesnelerin gerçekten dış dünyada bulunduğu sonucuna varsa da, idealistler hayal etme ve algılamanın farklı şeyler olduğunu ve kontrol dinamiğinin nesnelerin varlığını doğrulamak için yeterli olmadığını söylerler. Bu kanımca haklı bir reddiyedir, zira halisünasyonlar gibi dış dünyadaymış gibi deneyimlediğimiz fakat kontrol edemediğimiz pek çok fenomen maddesel olarak varoldukları ile ilgili ontolojik bir sebep sunamazlar. 

Idealistlerin vardıkları sonuç makalenin sonunda daha incelikli bir şekilde değerlendirilecek. Fakat şuan sadece varmaya çalıştıkları çıkarımı sağlayamadıklarını, ama bunu denerken pek çok tutarlı argümanı felsefe tarihine kattıklarını söylemek yeterli olacaktır. Ancak dolaylı gerçekçiliğin problemleri burada bitmez. Zira çağdaş felsefeciler tarafından neredeyse evrensel olarak reddedilse de, kanımca saf realizmiin (naive realism) argümanları hala heyecan verici akıl yürütmeler sağlamayı başarabilyor. 

Saf Realizm 

Qualianın artık pek klişeleşen sorusunu herkesin şöyle veya böyle duyduğunu düşünüyorum zira senin gördüğün kırmızı ile benim gördüğüm kırmızı aynı mıdır? gibi sorular sonsuz çeşitlilikte pek çoklarınca dile getirilmiştir. Tam bu noktada saf realistler ilginç bir önerme ile karşımıza çıkarlar. Derler ki: evet, hepimiz aynı şeyi tecrübe ederiz, zira duyularımız hakikati filtreleyen bir perde görevi görmez, direkt ve dolaysız olarak gerçeğin tam olarak kendisini bize iletir ve bu deneyim, Berkeley’in önerdiği gibi Tanrının vesilesiyle olmaktansa sadece ve sadece duyularımız ile gerçekleşir. Bu görüş özellikle sinirbilimi ile ilgilenen okuyucular için oldukça tuhaf ve naif görünebilir. Sahi, sayısız sinirsel olgunun filtresinden geçmiş bir imge nasıl temsil değil de hakikat olabilir? Bu türden merakları şimdilik saklı tutmayı ve saf realizmin argümanlarına bir şans vermeyi öneriyorum. Zira bu argümanlar saf idealizminkilerle birlikte makalenin sonunda bir arada değerlendirilecektir.

“Doğru” Duyu Verisi Problemi

Duyu verisi (sense-data) dışsal gerçekliği temsil eden öznenin zihnine bağlı, nörobilişsel süreçlerin filtresinden geçmiş deneyiminin içeriğidir. Bu terimin kavramsallaştırılmasında hala bir fikir birliğine varılamamış olsa da pek çokları G.E Moore’un tanımını kullanmayı doğru bulur. Moore’a göre duyu verisi, algıda ne varsa o dur. Yani masanın üzerindeki elmayı gözlemleyen özne ne algılıyorsa o, fiziksel gerçeklikteki elmayla ilişkili duyu verisidir. Bu bağlamda, duyu verisi dolaylı ve filtrelenmiş olduğundan gerçekliği direkt temsil etmez. Saf realizmin temelinin oldukça önemli bir bölümü (en azından tanrı varken bilişsel bir temsile gerek olmayacağı gibi bayat argümanlrı bir kenara bırakırsak) duyu verisinin geçerliliğinin mantıksal bir zorunluluktan ziyade yanlış çıkarımlara dayandığı iddiası ile sağlanır. Yani saf realistler, özne ile nesne arasındaki algısal ilişkide bir dolaylılığa sebep olacak herhangi bir sürecin varolması için geçerli hiç bir sebebimiz olmadıgını söylerler. 

Dolaylı gerçekçilerin duyu verisi hakkında argümanları fenomenal deneyimin doğasının değişkenliğinin haikiatle arasındaki tutarsızlıkla ilişkilidir. Zira duyulan ve hakiki nesne arasında bir fark varsa bunu sağlayan şey duyularımız olmalıdır. Bu hususta öne sürülen argümanların önemli bir bölümü ilüzyonlar ve halisünasyonları kapsar (daha detaylı bir inceleme için bkz. argument from illusion). Bu bağlamda, örneğin, aşağıda gördüğünüz ponzo ilüzyonu olarak bilinen yanılsamaya dikkat edin

İtalyan Psikoloji Emerütüs Profesoru Mario Ponzo tarafından icat edilen bu ilüzyonda iki çizginin boyutu farklılarmış gibi algılanır.

Daha eğlenceli bir örnek olarak, matematikçiler arasında popüler olan Penrose merdivenlerini inceleyelim. Bu şekil, imkansız nesne (impossible object) olarak tanımlanan bir görsel ilüzyon kategorisine dahildir. Adlarını, taşıyormuş gibi gösterdikleri nitelikleri gerçekten taşımaları halinde varolmalarının imkansız olmalarından alan bu şekillerden biri olan Penrose merdivenlerinde, ne kadar yukarı çıkarsanız çıkın başladığınız yere dönersiniz. Fakat, yukarı çıkmak ve aşağı inmek aynı anda olmayacağına göre Penrose merdivenleri gerçekten varolamaz, mevzubahis bir ilüzyondan ibarettir. 

Bütün bunlardan yola çıkıp saf gerçekçiliğin terk edilmesi gerektiğini düşünmek yaygın ve anlaşılabilirdir. Zira saf gerçekçinin cevaplaması gereken sorular bir hayli zor gibi görünmektedir: özne dolaysız olarak gerçekliği algılıyorsa, bu ilüzyonlarda yanılmamış mıdır? En can alıcı nokta ise, Penrose merdivenlerinde olduğu gibi, imkansız nitelikleri deneyimleyen kişinin bu niteliklerin gerçekten varolabileceğini iddia edemyecek olmasıdır. O halde ilüzyonların sebebi, öznenin hakikati temsil eden bilgi-işlem dinamikleri olmalıdır (benzer bir akıl yürütmeyi halisünasyonlara uyarlama işini okura bırakıyorum). 

Açıkçası bu argümanların hedefi ıskaladığı söylenilebilir. Çünkü çürüttükleri saf gerçekçilik çağdaş felsefe literatüründe neredeyse kimse tarafından savunulmamaktadır. Zira, gerçekliği mükemmel berraklıkta temsil edebilen, hataya yer bırakmayan tanrısal bir nitelik, saf gerçekçilikte hiç bir zaman özneye verilmemiştir. Bunu bir örnekle temellendirmeme izin verin: aşğıda iki farklı sıvı görüyorsunuz. Birisi nükleer reaktörlerde kullanılmak üzere tasarlanmış, ağır su olarak da bilinen döteryum oksitken diğeri saf sudur. Peki bu iki sıvının farklı olduğunu algılayamamnız, bir duyu verisine sahip olduğunuz anlamına gelir mi? Hatırlayalım, saf gerçekçiliğe göre bu iki sıvı gerçekten aynı görünür. Haklarındaki yargılar ise saf gerçekçiliğin iddialarının ötesindedir. Dolayısıyla nesnelerin sahip olmadıkları nitelikleri barındırdıklarını düşünmek (döteryum oksitin su olduğunu sanmak veya metalik griye boyanmış ahşap bir kaşığı çeliktenmiş zannetmek vs.) gerçekliği olduğu gibi göremediğimizi öncelemez. Buradan hareketle saf gerçekçi, algılama süreçlerindeki başarısızlıkların duyu verisini gerektirmediği konusunda direnç gösterir. Zira genel olarak yanılsamaların neden temsildeki hatalar yerine sadece direkt hakikatin algısındaki hatalar olamayacağı ile ilgili hiç bir sebep bulunmadığı iddia edilir. 

Nesneleri oldukları gibi algılamak, anlaşılacağı üzere, saf realizmin ana iddialarından biridir. Fakat bu duruş algısal deneyimin anlık olmadığını gösteren sinirbiliminden fiziğe pek çok fenomen ile oldukça sarsılmıştır. Russel’in 1912’de yazdığı Felsefe Sorunları [4] adlı kitapla popülerleşen gecikme argümanına göre, güneşin yokolması halinde dünyadaki özne bunu aşağı yukarı 8 saniyede farkedecektir, zira güneşten çıkan fotonlar dünyaya bu sürede ulaşır. O halde algının gerçekliğin kendisini temsil ettiğini, yok olan bir nesnenin sanki varmış gibi algılanacağı bakımından, söyleyemeyiz. Bu argümanı algının tamamen gecikmeli olması bağlamında daha da kapsayıcı olacak biçimde genişletebiliriz. Örneğin görsel deneyim için, nesnelerden yansıyan ışığın retinaya, oradan görsel kortekse ulaşıp fenomenal düzeydeki etkinliğe dönüşmesi anlık olarak gerçekleşmeyeceğinden, anlık görsel algının mümkün olmadığı söylenilebilir. O halde algımız direkt gerçekliği içermez ve dünya-özne ilişkisi duyu verisi ile sağlanıyor olmalıdır. 

Bu daha iyi düşünülmüş argüman için saf realistin söyleyebilecekleri kanımca daha az ikna edicidir. Örneğin, popüler bir cevaba göre, bu argümanın savunucuları algılama süreci ile algı nesnesini karıştırırlar. Zira nesneden gelen ışınlar bize nesnenin gerçeklikte tam olarak nasıl olduğu ile ilgili bilgi verir ve algı süreçlerinin gecikmeli olması deneyimin sadece mutlak olarak şu anı kapsamadığını gösterir, fakat geçmişin tam olarak neye benzediğini hala biliriz. Güneş örneğinden devam edersek, saf gerçekçi cevaba göre güneş patlasa bile dakikalar önce tam olarak nasıl olduğunu şimdi gördüğüm şey zihinden bağımsız bir nesneni direkt gerçekliğidir. Başka bir düşünce deneyiyle konuyu son kez pekiştirelim. Açısı insan görsel alanını kusursuzca taklit eden ve hakikati tam olarak yansıtabilen bir ayna hayal edin. Bu ayna öyledir ki, üzerine düşen görsel imge hakikatin gerçek zamanlı fiziksel, yani ışık aynaya ulaştıktan sonra herhangi bir algısal süreçten geçmeyen görüntüsüdür. Şimdi yine hakikati görebilen ama bunu gecikmeli olarak deneyimleyen kendinizi aynanın yanına konumlandırın. Saf gerçekçiliğe göre, aynaya her şu an yansıdığında yaklaşık 13 ms sonra size de aynı imge olduğu gibi yansıyacaktır. Yani gerçekliği gecikmeli olsa da olduğu gibi deneyimlemiş olacaksınız. Güneş patladığında aynaya düşen görüntü 8 dakika gecikmeli olacağı gibi, size düşen görüntü de yaklaşık 13ms farkla aynı, yani hakikatin birebir görüntüsü olacaktır. Sizin bir duyu verisine sahip olup gözlemlediğiniz herhangi bir imgenin aynaya düşenden farklı olduğunu varsaymak için hiçbir sebep yoktur. Elimizdeki bütün veriler sadece bir gecikmeyi ortaya koyar.  

Sonuç

Saf realizmin argümanlarıyla ilgili olası tatminsizliğinizin bu görüşün evrensel olarak reddedilmesinin ortak sebeplerinden kaynaklandığını belirtmek isterim. Açıkçası saf realizm, radikal skeptisizme oldukça benzer bir şekilde “P’yi varsaymak için hiçbir sebep yoktur’’ gibi önermelerden ibartettir ve epistemolojik sınırlar çizme konusunda oldukça başarılıdır. Fakat bunun ötesinde, okuru kendi safına çekmek konusunda ikna edici bir argüman, kanımca, sunamaz. 

Bunun nedenlerini incelemeye saf gerçekçiliğin hakikat kavramsallaştırması ile başlayalm. Kanımca, gerçekliğin dolaysız ve gecikmeli deneyimlendiğini söyleyen saf gerçekçi ilkesel ve basit bir hata yapar. Zira gerçeklik geçmişte değil şimdide olduğunudan, özne tarafından deneyimlenen şeyin saf gerçeklik olduğunu söylemek yanlıştır. Öznenin fenomenal dünyasındaki her bir algı nesnesi, şimdiyi temsil edemedikleri için, en başından gerçeklik olma vasfını yitirmiştir. Yani saf gerçekçi açıklama hakikate değil, aslında hakikatin bir verisine sahip olduğumuzu söylerken kendini içinden çıkılması zor bir duruma sokar zira en başında dolaysız bir algı sürecini öncelemiştir. Bahsedildiği gibi, çağdaş saf gerçekçiler geçmişin olduğu gibi algılanmasının duyu verisini gerektirmediğini söyleyebilir. Fakat bu durumda, patlarsa 8 saniye sonra anlayabileceğimiz güneş gibi, aslında var olmayan nesneleri varlarmış gibi algılayabildiğmiz için tam olarak hangi algı nesnesinin gerçek olduğu ile ilgili incelikli bir metot geliştirmelidirler. 

Bahsedildiği üzere saf gerçekçilik reddiyelerden ibarettir. İstisnai olarak, çok da yaygın olmayan bir görüşe göre Ockham’ın usturası, yani daha basit olan kanının muhtemelen doğru olduğunu savunan epistemolojik görüş, belki bu boşluğu doldurabilir. Zira temsili gerçekçiliği doğruluğunu gösteren argümanların hepsi çürütülmüşse daha basit olan sonucun, bu durumda saf gerçekçiliğin, doğru olma ihtimali daha yüksektir. Böyle bir savunu her ne kadar temsili gerçekçiliğin aleyhine gibi görünse de kanımca yanlış bir öncülü içerir, yani saf gerçekçiliğin daha basit olduğunu. Çünkü fenomenolojik bir dünyaya sebep olan şeyin beyin durumları olduğunu, ve bunların kişiler arasında yüksek seviyede farklılık gösterdiğini biliyoruz. Bu akıl yürütmeye yaş, cinsiyet ve maruz kalınılan çevre gibi değişkenleri de eklersek bireyler arası algısal durumların sebebi olan fiziksel faktörlerin, beyni etikelemeleri bağlamında, farkının çok daha fazla olduğunu görürüz. Bu bağlamda, farklı beyinlerin hepsinin gerçekliği olduğu gibi temsil ettiğini söylemektense farklı temsil ettiğini söylemek daha çok daha basittir.    

Toplayacak olursak, saf realizmin algıdaki hataların duyu versini gerektirmediğini söylemenin ötesine geçmesi gerekirdi. Yani “…. gerçekliği olduğu gibi görmediğimiz anlamına gelmez’’ yapısındaki önermelerden sonra  “….. dan dolayı gerçekliği olduğu gibi görürüz’’ gibi argümanları saf gerçekçilik bize sunmamıştır. 

idealizme gelecek olursak, karşımızda derme çatma ama yenilmez bir fikir vardır. Zira nesnelerin kendilerinin değil niteliklerinin algılandığı için kendilerinin bilgisine sahip olunamayacağı ve bütün deneyimi zihin durumlarından ibaret olan özne zihinden bağımsız nesnenin varlığını doğrulayamayacağı fikirleri felsefe tarihindeki şimdi bile geçerli olan yerini haketmektedir. Fakat bunun ötesindeki idealizm reddedilmesi çok güç eleştirilere maruz kalmıştır ve yukarıda bahsedilenlere ek olarak, özne tarafından algılanmayan şeylerin de var olduğunu zira her şeyin tanrı tarafından algılandığını belirten Berkeley’in Tanrının zihninde halisünasyonlar gibi absürd ve teolojik hiç bir amaca hizmet etmeyen fikirlerin neden olduğunu açıklaması gerekirdi. Dolayısıyla idealizmin sadece bu paragrafta övülen kısmının bilgeliğe hizmet ettiğini söyleyebiliriz. 

“Eğer ben Dünya ve Mars arasında eliptik bir yörüngede Güneş’in etrafında dönen porselen bir çaydanlık olduğunu öne sürseydim ve bu çaydanlığın en güçlü teleskoplarımızla bile tespit edilemeyecek kadar küçük olduğunu ekleyecek kadar da dikkatli olsaydım, kimse bu görüşümün tersini kanıtlayamazdı. Ama devam edip de bu savımın yanlışlanamaz nitelikte oluşundan dolayı insan aklının ondan kuşku duymasının kabul edilemez bir küstahlık olacağını söyleseydim, herkes haklı olarak saçmaladığımı düşünürdü.’’ Russell’in yanlışlanamaz teolojik argümanlara karşı geliştirdiği, Russell’in çaydanlığı olarak bilinen bu analoji hem idealizmin hem saf gerçekçiliğin iddalarına karşı çoğu çağdaş felsefecinin durumunu temsil eder. Çünkü aklın yolu bir olacak ki artık çoğumuz ispat yükümlülüğünün kuşkucuda değil, teoriyi ortaya atan kişide olduğunu biliriz. Bu bağlamda, hem idealizm hem saf realizm temsil dışı gerçeklikten emin olamayacağımız konusunda tutarlı bir sınır çizdiyse de, temsili gerçekliğe karşı haklı kuşkuculuğun ötesine geçememiş ve neden bir idealist veya saf gerçekçi olmamız gerekiğiyle ilgili iyi bir sebep gösterememişlerdir. 

Peki dolaylı gerçekçilikten emin olmalı mıyız? Bu sorudan ilgilenilmesi gereken ilk problem dış dünyanın varlığıdır. Buraya kadar okura bir idealist veya saf gerçekçi olamalarını gerektirecek hiç bir sebep olmadığını, fakat dış dünyanın varlığı konusundaki şüpheciliklerini haklı bulduğumu anlatabildiğimi düşünüyorum. Bu durumda Russell’in yaptığı gibi abdüktif bir akıl yürütmeyle, duyumlarımızı açıklayan en güçlü teori dış dünyanın varlığı olacağından, zihin-dışı evreni varsaymak en akılcı sonuçtur. Uçan spagetti canavarının ilahi kilden yaptığı bir evrende sadece zihinsel tözler olarak var olmadığımzı ispatlayamadığımız için bir pastafaryanist (uçan spagetti canavarı dinine inanan kişi) olmamız ne kadar absürt ise zihin-dışı dünyayı reddetmek de o kadar absürttür. 

Bütün bunları gözeterek söyleyebiliriz ki, zihin-dışı dünyadan özneye ulaşan uyaranların tabii olduğu nörobilişsel süreçlerin bir hakikat temsili yarattığını söylemek abdüktif bir akıl yürütme ile en doğru teoridir. Zira yanılsamalar,doğum, yaş, psikopatolojiler, açlık, kahve, duygudurumu, psikoatif olan her şey ve çağdaş bilim bize hakikat algısının beyin durumlarının sebep olduğu zihinsel bir çıktı olduğunu gösterir. Bu çıkarımın karşısında olan görüşler ise, Russell’ın çaydanlığıyla örneklendirdiğim gibi, eksik bir akıl yürütme ile ikna edici olmayan iddialardan ibarettirler.

Kaynakça

[1]  Reber, R., Schwarz, N., & Winkielman, P. (2004). Processing fluency and aesthetic pleasure: Is beauty in the perceiver’s processing experience? *Personality and Social Psychology Review*, 8(4), 364–382. 

[2] Berkeley, George (2007). Three dialogues between Hylas and Philonous in opposition to sceptics and atheists. In Elizabeth Schmidt Radcliffe, Richard McCarty, Fritz Allhoff & Anand Vaidya (eds.), Late modern philosophy: essential readings with commentary. Oxford: Wiley-Blackwell.

[3] Locke, John (1689). An essay concerning human understanding. New York: Oxford University Press. Edited by Pauline Phemister.

[4] Russell, Bertrand (1912). The Problems of Philosophy. Portland, OR: Home University Library.